20 Haziran 2007 Çarşamba

Kur'anın Mu'cize Yönü-1

Yirmibeşinci Söz

Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi



Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, başka bürhân aramak aklıma zaid görünür.

Elde Kur'an gibi bir bürhân-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?



İHTAR

(Şu Söz'ün başında beş şu'leyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şû'le'nin âhirlerinde eski hurufâtla tab'etmek için gâyet sür'atle yazmağa mecbur olduk. Hattâ Bâzı gün yirmi-otuz sahifeyi iki-üç saat içinde yazıyorduk. Onun için üç Şû'leyi ihtisâren, icmâlen yazarak iki şû'leyi de şimdilik terkettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatâlara nazar-ı insaf ve müsamahâ ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.)

Bu Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şübhelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte bu "Yirmibeşinci Söz" öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarını ve nüktelerini Beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzın lemaâtı ve belâgât-ı Kur'aniyenin kemâlâtının menşe'leri olduğu, ilmî kaideleriyle isbat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şübheleri zikredilmeden cevab-ı kat'î verilmiş. وَ الشَّمْسُ َتجْرِى وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi. Yalnız Yirminci Söz'ün Birinci Makamı'nda üç-dört âyette şübheleri söylenmiş. Hem bu Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi gerçi gâyet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda Beyân edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde te'lif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber ilim noktasında çok ehemmiyetli mes'elelerin hakikatını Beyân etmiş.

Said Nursî



sh: » (S: 382)



Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهوَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا



Mahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yı Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyân'ın hadsiz vücuh-u i'câzından kırka yakın vücuh-u i'câziyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nur'da ve «İşarât-ül İ'caz» namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmidört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi onlardan yalnız beş vechini bir derece Beyân ve sâir vücuhu içlerinde icmâlen dercederek ve bir mukaddeme ile onun târif ve mahiyetine işaret edeceğiz.

Mukaddeme üç cüz'dür.

Birinci cüz': KUR'AN NEDİR? Târifi nasıldır?

Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildiği ve sâir sözlerde isbat edildiği gibi) Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..



sh: » (S: 383)

ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası... Ve Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı katıı, tercüman-ı sâtıı... Ve şu âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı.. ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci' olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semâvî'dir.

İkinci cüz' ve tetimme-i târif: KUR'AN, arş-ı âzamdan, İsm-i âzamdan, her İsmin mertebe-i âzamından geldiği için, (Onikinci Söz'de Beyân ve isbat edildiği gibi) Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcûdâtın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün Semâvât ve Arzın Hâlıkı namına bir hitabdır. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir Defter-i İltifatat-ı Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin âzamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i âzamın muhitinden nüzul ile arş-ı âzamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı Mukaddes'tir. Ve şu sırdandır ki, «Kelâmullah» ünvanı Kemâl-i liyakatla Kur'ana verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'andan sonra sâir enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz Kelimât-ı İlâhiyyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât Sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet îtibariyle çok muhteliftir.

Üçüncü Cüz': Kur'an, asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risalelerini ve mes-

sh: » (S: 384)

lekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tâzammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evhâm u şübehâtın zulümatından Mûsaffâ ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedâhe hâlis hidâyet.. üstü, bizzarure envâr-ı îman.. altı, biilmelyakîn delil ve bürhân.. sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn Rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan... Makamı ve revacı, bilhads-is sadık makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-ı Semâvî'dir.



Kur'anın târifine dair üç cüz'ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat'î isbat edilmiş veya isbat edilecektir. Dâvâmız mücerred değil, her birisi bürhân-ı kat'î ile müberhendir.

BİRİNCİ ŞU'LE: Bu şu'lenin üç şuaı var.

BİRİNCİ ŞUA: Derece-i i'câzda belâgat-ı Kur'aniyedir. O belâgat ise, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garib ve müstahsenliğinden ve Beyânının beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyyetinden ve lâfzının fesahâtinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki, benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemâsını muârazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semâvâtâ vuran o dâhîler, Ona muâraza için ağız açamayıp Kemâl-i zilletle boyun eğdiler. İşte belâgatındaki vech-i i'câzı iki Sûretle işaret ederiz:

Birinci Sûret: İ'câzı vardır ve mevcûddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin belîğ bir edibi, en büyük bir kahramân-ı millîsi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medâr-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar



sh: » (S: 385)

kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle Mûsalaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde «Muallakat-ı Seb'a» namıyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân nüzul etti. Nasılki zaman-ı Mûsa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı Îsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir Sûresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: «Îman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz.» Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli Sûrette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten îdâm-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de îdâm-ı ebedî ile beraber dünyevî îdâm ile de mahkûm ediyor. Der: «Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.»

İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satırla muâraza edip dâvasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyûfa mecbur oldular. Hem Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gâyet şiddetli iki sebeb vardı. Birisi; düşmanın hırs-ı muârazası. Diğeri; dostlarının şevk-i taklîdidir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim Ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki: «Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi Onu tanzir edemez.» Şu halde, ya Kur'an bütününün altındadır. Bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkındedir.



sh: » (S: 386)

Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?

Elcevab: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihal kat'î teşebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes'elesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihal kat'î tarafdar pek çok bulunacaktı. Çünki hakka muarız ve muannid daima kesretli idi. Eğer tarafdar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı. Çünki: Küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celbedip destanlarda iştihar eder. Şöyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî' şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki: Muârazaya dair Müseylime-i Kezzâb'ın bir-iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de çendan belâgat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan Beyân-ı Kur'ana nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan Sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'anın belâgatındaki i’câz, kat'iyen iki kerre iki dört eder gibi mevcûddur ki, iş böyle oluyor.

İkinci Sûret: Belâgatındaki i'câz-ı Kur'anînin hikmetini Beş Nokta'da Beyân edeceğiz.

Birinci Nokta: Kur'anın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metâneti, «İşarat-ül İ'caz» baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyyeyi Beyân eder. Saatın saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur'an-ı Hakîm'in herbir cümledeki, hey'âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizâm ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizâmı öyle bir tarzda «İşarât-ül İ'cazda âhirine kadar Beyân edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu Sûrette görebilir. Yalnız bir-iki misâl, bir cümlenin hey'atındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.

Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek. İşte لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek, kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmak-

sh: » (S: 387)

tır. Yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı maddesi, bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir, kılleti ifâde eder. نَفْحَةٌ daki tenvin-i tenkirî, taklâli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. مِنْ lafzı, teb'îz içindir, bir parça demektir. Kılleti ifâde eder. عَذَابِ lâfzı; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işâret eder. رَبِّكَ lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ı İlahî ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksâd-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misâl bir derece lafz ve maksada bakar.

İkinci misâl: وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerait-i kabûlünün beşine işaret eder.

Birinci Şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, مِمَّا lâfzındaki مِنْ -i teb'îz ile o şartı ifade eder.İkinci Şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lafzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.

Üçüncü Şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki

sh: » (S: 388)

نَا lafzı işaret eder. Yâni "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."

Dördüncü Şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.Beşinci Şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki mutlaktır, umumu ifade eder. İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ: قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva'ını reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i İhlâs'ta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb Sûreler vardır. Meselâ:

قُلْ هُوَ اللَّهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

sh: » (S: 389)

Hem:

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ، ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللَّهُ

Hem: هُوَ اللَّهُ فَهُوَ اَحَدٌ ، فَهُوَ صَمَدٌ ، فَاِذَا لَمْ يَلِدْ ، فَاِذَا لَمْ يُولَدْ ، فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kıyas et...

Meselâ: آلم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir. Diğer mânâ ile onlara neticedir. Onaltı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'câzî hasıl olur. «İşârât-ül İ'câz»da öyle bir tarzda Beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. Onüçüncü Söz'de Beyân edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur'aniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebatın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'câzî nescediyor. İşte «İşârât-ül İ'câz» baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerhetmiştir.

İkinci Nokta: Mânâsındaki belâğat-ı hârikadır. Onüçüncü Söz'de Beyân olunan şu misâle bak: Meselâ: سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur'andan evvel asr-ı câhiliyette, sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur'anın lisan-ı semâvîsinden سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri işit,

sh: » (S: 390)

bak! Nasılki, o ölmüş veya yatmış olan mevcûdât-ı âlem سَبَّحَ... تُسَبِّحُ sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ ve birer nur-u hakikat-edâ ve Küre-i Arz bir baş ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder. Meselâ: Onbeşinci Söz'de isbat edilen şu misâle bak:

يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve za'f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itâat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudûd-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itâat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var. Faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve Arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, Arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa Arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah'ın izniyle yağdırabilirler. Daha sâir



sh: » (S: 391)

âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgâtı ve ulviyyet-i ifadesini bunlara kıyas et.

Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadır. Evet Kur'anın üslûbları hem garibdir, hem bedi'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de Onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. Ezcümle, bir kısım Sûrelerin başlarında şifre-misâl الم الر طه يس حمعسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bediîsi, beş-altı lem'a-i i'câzı tâzammun ettiğini "İşârât-ül İ'câz"da yazmışız. Ezcümle: Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufatın aksâm-ı mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak bütün aksamını tansif etmiştir. Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesâfede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlahiyye olan Sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş-altı lem'a-i i’câziyyeyi gösterdikleriyle beraber ilm-i esrar-ı huruf ülemâsıyla evliyânın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihrac etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gâyet parlak bir mu'cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız "İşârât-ül İ'câz"da şunlara dair Beyân olunan beş-altı lem'a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.

Şimdi, esâlib-i Kur'aniyyeye sûre itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer işaret edeceğiz. Meselâ:

Sûre-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedi' ile âhireti, haşri, Cennet veþþþ Cehennem'in ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef'âl-i İlahiyyeyi, âsâr-ı Rabbaniyyeyi o ahvâl-i uhreviyyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Şu sûredeki üslûbun îzahı uzun olduğundan yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

sh: » (S: 392)

Şu Sûrenin başında Kıyamet gününü isbât için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hânenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyyet eder çift; geceyi hâb-ı rahatınıza örtü; gündüzü meydân-ı maişet; Güneş'i ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzâkınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize ağır gelemez." İşte bundan sonra kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennem'in hâzırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir Sûrette isbatlarına işaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek sûrenin başındaki "dağ", kıyametteki dağların haline bakar ve bağ ise, âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve bağa bakar. İşte sâir noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَآءُ وَتَنْزِعُ اْلمُلْكَ ِممَّنْ تَشَآءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beşerdeki Şuunat-ı İlahiyyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı İlahiyyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-ı Rabbaniyyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbaniyyeyi öyle bir ulvî üslûb ile Beyân eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazineyi açmayacağız.

Meselâ: اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ Gök ve zeminin Cenâb-ı Hakk'ın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslûb ile Beyân eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şûbeleri gibi mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nut-

sh: » (S: 393)

ka gelip kendi lisanıyla der ki: "Ey kumandanım bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini,pırtı-mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hâzır duruyoruz. Buyurun ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkâdız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de: Semâvât ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra Semâvât ve Arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

Hem meselâ:

يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَآءَ كِ وَيَا سَمَآءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ اْلمَآءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى اْلجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّاِلمِينَ

İşte bu âyetin bahr-ı belâgatından bir katreye işaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelüssâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarını buldular" der.

Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisâl, kavm-i Nuh'un mahvı için Semâvât ve Arz'a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey Semâ! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında memur-u İlahînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular. İşte şu üslûbun ulviyyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve Arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikıyla birkaç cümlede îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmâlli bir tarzda Beyân eder. Şu denizin sâir katrelerini şu katreye kıyas et.

Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak.

Meselâ: كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَdeki

sh: » (S: 394)

كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor.

Şöyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurâni bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medâr-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahra-nişinlerin nazarında ne kadar münasib, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.

Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildiği gibi, وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi şöyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: تَجْرِى lafzıyla yâni: "Güneş döner" tâbiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntâzam tasarrufât-ı Kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâniin âzametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubât-ı Samedâniyeye nazarı çevirir. Hâlık-ı Zülcelâl'in hikmetini i'lâm eder. وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yâni, lâmba tâbiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki, şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımât olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak Mâbud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, câmid bir mahluktur. Demek سِرَاج tâbirinde Hâlıkın âzamet-i Rububiyyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdâniyeti i'lam eder

sh: » (S: 395)

ve mânen der: "Câmid bir sirâc-ı müsahhar hiçbir cihette ibâdete lâyık olamaz." Hem cereyân-ı تَجْرِى tâbirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntâzama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, Rububiyyetinde münferid bir Sâniin âzamet-i kudretini ifham eder. Demek Şems ve Kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur'an Güneş'ten Güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem Güneş'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Güneş'in vazifesinden bahsediyor ki, San'at-ı Rabbâniyyenin intizâmına bir zenberek ve hilkat-i Rabbâniyyenin nizâmına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor. Daha sâir kelimât-ı Kur'aniyyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte ekseriyetle üslûb-u Kur'anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bâzan bir bedevî arab birtek kelâma meftun olur. Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok dedi, ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum."

Dördüncü Nokta: Lafzındaki fesâhât-ı hârikasıdır. Evet Kur'an mânen üslûb-u Beyân cihetiyle fevkalâde belîğ olduğu gibi, lâfzında gâyet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat'î vücuduna, usandırmaması delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i Beyân ve maânînin dâhî ülemâsının şehadetleri bir bürhân-ı bâhirdir. Evet binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor, hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâdır ve rûha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usan



sh: » (S: 396)

dıracak. Demek Kur'an, hak ve hakikat ve sıdk ve hidâyet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş'in rüesâsından müdakkik bir belîğ, müşrikler tarafından, Kur'anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte Kur'an-ı Hakîm'in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.

Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesâhatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i’câzı göstereceğiz. İşte:

ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِنْكُمْ ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u heca mevcûddur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı hurûf beraber olduğu halde selasetini bozmamış. Belki bir revnâk ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir nağme-i fesâhat katmış. Hem şu lem'a-i i’câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan "ya" ile "elif" en hafif ve birbirine kalbolduğu için iki kardeş gibi her birisi yirmibir kerre tekrarı var. "Mim" ile "nun" (Haşiye-1) birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi otuzüçer defa zikredilmiştir. ص .س. ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç defa, ع. غ kardeş oldukları halde ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir.

ط .ظ .ذ. ز

_____________________________

(Haşiye-1): Tenvin dahi nundur.



sh: » (S: 397)

mahreçce, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, "lâm" ve "elif" ile beraber ikisi لا Sûretinde ittihad ettikleri ve "elif" لا Sûretinde hissesi "lâm"ın yarısıdır. Onun için "lâm" kırkiki defa, "elif" onun yarısı olarak yirmibir defa zikredilmiştir. "Hemze" "he" ile mahreççe kardeş oldukları için hemze (Haşiye-2) onüç, "hâ" bir derece daha hafif olduğu için ondört defa, ق. ف. ك kardeş oldukları için ق 'ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت oniki, "ta"nın derecesi üç olduğu için oniki defa zikredilmiştir. ر "lâm"ın kardeşidir. Fakat ebced hesabıyla ر ikiyüz, "lâm" otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ. ح. ث .ض Sıkletleri ve Bâzı cihat-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. "Vav" "hâ"den ve "hemze"den daha hafif ve "yâ"dan ve "elif"den daha sakil olduğu için onyedi defa, sakil hemzeden dört derece yukarı, hafif eliften dört derece aşağı zikredilmiştir.

İşte şu hurufun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntâzama ile ve o münâsebet-i hafiyye ile ve o güzel intizâm ve o dakik ve in

__________________________________

(Haşiye): Hemze, melfuz ve gayr-ı melfuz yirmibeştir ve hemzenin sâkin kardeşi elif'ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.



sh: » (S: 398)

ce nazm ve insicâm ile iki kerre iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki, şunu yapabilsin. Tesadüf ise muhaldir ki, ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizâm-ı acib ve nizâm-ı garib, selaset ve fesahat-ı lafziyyeye medâr olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurûfâtında böyle intizâm gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizâm, öyle envarlı bir insicâm gözetilmiş ki, göz görse "Mâşâallah", akıl anlasa "Bârekâllah" diyecek.

Beşinci Nokta: Beyânındaki beraattir. Yâni, tefevvuk ve metânet ve haşmettir. Nasılki nazmında cezâlet, lafzında fesahat, mânâsında belâgat, üslûbunda bedâat var. Beyânında dahi faik bir beraat vardır. Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad, ifhâm ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyyede ve tabakat-ı hitabiyyede Beyânât-ı Kur'aniyye en yüksek mertebededir.

Meselâ: Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de Beyânâtı, (Haşiye-1) âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatlı, hûri libası gibi güzeldir.

Makam-ı terhib ve tehdidde pek çok misâllerinden meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ Sûresinin başında beyânât-ı Kur'aniyye ehl-i dalâletin sımahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.

Makam-ı medhin binler misâllerinden, başında "Elhamdülillah" olan beş Sûrede Beyânât-ı Kur'aniyye Güneş gibi parlak, (Haşiye-2) yıldız gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara

_______________________________

(Haşiye-1): Şu üslûb-u Beyân, o sûrenin meâlinin libasını giymiş.

(Haşiye-2): Şu tâbiratta o sûrelerdeki bahislere işaret var.



sh: » (S: 399)

rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.

Makam-ı zemm ve zecirde binler misâllerinden meselâ: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi altı derece zemmeder. Gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Mâlûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. İşte birinci hemze ile der: (Âyâ) sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor? İkincisi: يُحِبُّ lafzı ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever? Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemâatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabûl eder? Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz? Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz? Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede... Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor? Demek zemm ve gıybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasılki, şu âyet, îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle i’câzkârane altı derece o cürümden zecreder.

Makam-ı isbatta binler misâllerinden meselâ:



sh: » (S: 400)

فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

de haşri isbat ve istib'adı izale için öyle bir tarzda Beyân eder ki, fevkınde isbat olamaz. Şöyle ki: Onuncu Söz'ün Dokuzuncu Hakikatında, Yirmiikinci Söz'ün Altıncı Lem'asında isbat ve izah edildiği gibi; her bahar mevsiminde ihyâ-yı arz keyfiyyetinde üçyüzbin tarzda haşrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizâm ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, Haşir ve Kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüzbinler enva'ı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad'in sikkesi olduğundan, şu âyetle Güneş gibi vahdâniyeti isbat etmekle beraber, Güneş'in tulû' ve gurubu gibi kolay ve kat'î, Kıyamet ve Haşri gösterir. İşte كَيْفَ lâfzındaki keyfiyet noktasında şu hakikatı gösterdiği gibi, çok Sûrelerde tafsil ile zikreder.

Meselâ: Sûre-i ق وَ الْقُرْاَنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir Beyânla haşri isbat eder ki, baharın gelmesi gibi kat'î bir Sûrette kanâat verir. İşte bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek «Bu acibdir, olamaz» demelerin ecevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمَآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilâ âhir-il âyet... كَذلِكَ اْلخُرُوجُ a kadar ferman ediyor. Beyânı su gibi akıyor. Yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızk oluyor. Hem makam-ı isbatın en lâtif misâllerinden: يس وَالْقُرْاَنِ اْلحَكِيمِ اِنَّكَ َلمِنَ اْلمُرْسَلِينَ der. Yâni, «Hikmetli Kur'ana kasem ederim. Sen Resûllerdensin.» Şu ka

sh: » (S: 401)

sem işaret eder ki, Risâletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: «Sen Resûlsün. Çünki senin elinde Kur'an var. Kur'an ise, haktır ve Hakk'ın kelâmıdır. Çünki içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i'câz var.»

Hem makam-ı isbatın îcazlı ve i'câzlı misâllerinden şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

Yâni; insan der: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek.» Onuncu Söz'ün dokuzuncu hakikatının üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: «Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizâmı altına getirebilir.» Sen ey insan, desen; «İnanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misâl bütün hayvanat ve sâir zîhayatın tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini «Emr-i kün feyekûn» ile kaydedip yerleştiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüzbinler ordu-misâl zevilhayat envâ'larını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esâsiye ve eczâ-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrafil'in borusu ile nasıl toplayabilir? İstib'âd Sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.

Makam-ı irşadda beyânât-ı Kur'aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misâllerinden yalnız şu: ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ilâ âhir... Yirminci Söz'ün Birinci Makamı'nda üçüncü âyet mebhasinde isbat ve izah edildiği gibi Benî-İsrail'e der: «Mûsa Aleyhisselâm'ın asâsı gibi bir mu'cizesine karşı sert taş, oniki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsa Aleyhisselâm'ın bütün mu'cizâtına

sh: » (S: 402)

karşı lâkayd kalıp; gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?» O sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.

Makam-ı ifhâm ve ilzamda binler misâllerinden yalnız şu iki misâle bak: Birinci misâl:

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَآءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ

Yâni: «Eğer, bir şübheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız. Birtek sûresine bir nazîre yapınız.» «İşârât-ül İ'câz»da izah ve isbat edildiği için burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân diyor: «Ey ins ve cin! Eğer Kur'an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi O'na Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur'an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız. Bunu yapamazsanız, haydi ümmî olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün bülegânız, hutebânız, belki bütün geçmiş belîğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ana bir nazîre yapınız. Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan Hakaik-i Kur'aniyeden ve mânevî çok mu'cizâtından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazîre olarak bir eser yapınız.» فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzâmıyla der: «Haydi sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur'an kadar olmasın, yalnız بِعَشْرِ سُوَرٍ on Sûresine nazîre getiriniz. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek Sûresine nazîre getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kısa bir Sûresine bir nazîre ibraz ediniz. Hattâ, mâdem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç ol-

sh: » (S: 403)

duğunuz halde; çünki Haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَ الْحِجَارَةُ فَاتَّقُوا işaretiyle Cehennem'de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur'an dahi mu'cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir.

Ya îmânâ geliniz veyahut susunuz, Cehennem'e gidiniz!» İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın makam-ı ifhâmdaki ilzamına bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ الْبَيَانِ الْقُرْاَنِ بَيَانٌ Evet Beyân-ı Kur'andan sonra Beyân olamaz ve hacet kalmaz.

İkinci Misâl:

فَذَكِّرْ فَمَآ اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ

sh: » (S: 404)

İşte şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız Beyân-ı ifhamiyeye misâl için bir hakikatını Beyân ederiz. Şöyle ki: اَمْ - اَمْ lafzıyla onbeş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksamını susturur ve şübehâtın bütün menşe'lerini kapatır. Ehl-i dalâlet için içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet bırakmıyor, yırtıyor. Yılanlarından hiçbir yılanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tâbir ile ibtal eder. Ya butlanı zâhir olduğundan sükûtla butlanını bedâhete havale eder veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder. Meselâ: Birinci fıkra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine işaret eder. Onbeşinci fıkra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sâir fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki: Başta diyor: «Ahkâm-ı İâahiyyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri, karışık ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın, düşmanın dahi senin Kemâl-i aklına şehadet eder. اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ Âyâ, acaba muhâkemesiz âmi kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar. Senin helâketini mi bekliyorlar. Sen, de: «Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.» Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinâtından müstağnidir.

اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, «Aklımız bize yeter» deyip sana ittibâdan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki: Bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Yahut: İnkârlarına sebeb, tâgî zâlimler gibi,

sh: » (S: 405)

Hakk'a serfüru etmemeleri midir! Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesâları olan Firavunların, Nemrudların âkibetleri mâlûmdur.

اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalancı, vicdansız münafıklar gibi «Kur'an senin sözlerindir» diye seni ittiham mı ediyorlar! Halbuki, tâ şimdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imânâ niyyetleri yoktur. Yoksa Kur'anın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar.

اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ Veyahut: Kâinatı abes ve gayesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâlıksız mı zannediyorlar! Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcûdât, zerrelerden Güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye müsahharlardır.

اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ Veyahut: Firavunlaşmış maddiyyun gibi, «Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar» mı tahayyül ediyorlar ki, îmândan, ubûdiyetten istinkâf ederler. Demek kendilerini birer Hâlık zannederler. Halbuki birtek şeyin Hâlıkı, herbir şeyin Hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûb bir âciz-i mutlakı, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Mâdem bu derece akıldan, insâniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi, bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.

اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ Veyahut: Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur'anı dinlemiyorlar. Öyle ise, semâvat ve arzın vücudlarını inkâr etsinler veyahut «Biz halkettik» desinler. Bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp, divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünki semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yok



sh: » (S: 406)

sa «Bir harf kâtibsiz olmaz» bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitab yazılan şu kâinat kitabını, kâtibsiz zannediyorlar.

اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآئِنُ رَبِّكَ Veyahut: Cenâb-ı Hakk'ın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükemâ-yı dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ı Nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana îmân getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcûdâtta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayâtı ve intizâmâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet ve inayâtı ve bütün enbiyanın bütün mu'cizâtlarını inkâr etsinler veya «Mahlukata verilen ihsanatın hazineleri yanımızda ve elimizdedir» desinler. Kâbil-i hitab olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma. Allah'ın akılsız hayvanları çoktur, de.

اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ Veyahut: Aklı hâkim yapan mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâl'i mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.

اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut: Cin ve şeytana uyup kehanetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvata, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler. Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.

اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut: Ukûl-ü aşere ve erbâb-ül- enva namıyla şerikleri îtikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakk'a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed'in vücub-u vücuduna, vahdetine, Samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fâni, beka-yı nev'ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak sh: » (S: 407)

mahluklar için vasıta-i tekessür ve teavün ve rabıta-i hayat ve beka olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekası ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zât-ı Zülcelâl'e evlâd isnad etmek, hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlâd yâni hadsiz kızları isnad etmek, öyle bir safsatadır ve öyle bir divânelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divânenin hezeyanına kulak verilmez.

اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ Veyahut: Hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler gibi senin tekalifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve beddualarından kurtulmak için, ya on'dan veya kırk'tan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekatı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır. Cevab vermek değil...

اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitabları mı var ki, senin gaybî kitabını kabûl etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resûllerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hâzır, açık tahayyül edip ondan mâlûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zîr ü zeber edecek.

اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ Veyahut: Fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gi

sh: » (S: 408)

bi ellerine geçmeyen hidâyetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i İlahîdir.

اَمْ لَهُمْ اِلهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ Veyahut: Hâlık-ı hayr ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi başka ilâhlara dayanıp sana muâraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizâm-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizâm zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki sinek kanadından tâ semâvat kandillerine kadar o derece ince bir intizâm gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Mâdem bunlar bu derece hilaf-ı akıl ve hikmet ve münafî-i his ve bedâhet hareket ediyorlar. Onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.»

İşte silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i Beyânîsini icmâlen Beyân ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, «Şu âyetler tek başıyla bir mu'cizedir» sen dahi diyecektin.

Amma ifham ve tâlimdeki Beyânât-ı Kur'aniye o kadar hârikadır, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikatı onun Beyânından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı taciz edip yormayacak bir Sûrette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tâbirat istimal edilir. Öyle de: تَنَزُّلاَتٍ اِلَهِيَّةٍ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslûbunda mu-

sh: » (S: 409)

hatâbın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur'aniye, en mütebahhir Hükemânın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gamıza-i İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat Sûretinde bir kısım teşbihat ve temsilât ile en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ: اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى bir temsil ile rubûbiyet-i İlâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rubûbiyetini, bir Sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misâlde gösteriyor. Evet Kur'an, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rubûbiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmişbin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatâblara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde Kemâl-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi' etmeyerek gâyet taravette, nihayet letafette kalarak gâyet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni' bir Sûrette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi; aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işba' eden bir kitab-ı mu'ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.

Elhasıl: Nasıl «Elhamdülillâh» gibi bir lafz-ı Kur'anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de: Kur'anın mânâları, dağ gibi akılları işba' ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zira Kur'an, bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını îmânâ davet eder. Hem umumuna îmanın ulûmunu tâlim eder, isbat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'anîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur'an-ı Kerim, öyle bir mâide-i Semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar. Arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır. Şu makama misâl istersen, bütün Kur'an baştan nihayete kadar bu makamın misâlleridir. Evet bütün müçtehidîn ve sıddıkîn ve Hükemâ-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ülemâ-i usûl-ül fıkıh ve mütekellimîn



sh: » (S: 410)

ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ülemâ ve avâm-ı müslimîn gibi Kur'anın tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: «Dersimizi güzelce anlıyoruz.» Elhasıl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'anın lemaât-ı i'câzı parlıyor.

İKİNCİ ŞUA: Kur'anın câmiiyet-i hârikulâdesidir. Şu şuânın, beş lem'ası var.

Birinci Lem'a: Lafzındaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden şu câmiiyet aşikâre görünüyor. Evet لِكُلِّ اَيَةٍ ظَهْرًا وَبَطْنًا وَ حَدًّا مَطْلَعًا وَلِكُلٍّ شُجُونٍ وَغُصُونٍ وَ فُنُونٍ olan Hadîsin işaret ettiği gibi; elfâz-ı Kur'aniye, öyle bir tarzda vaz'edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnûn çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatâbına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.

Meselâ: وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا yâni: «Dağları zemininize kazık ve direk yaptım» bir kelâmdır. Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menafiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır, ufkî bir daire Sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder. Sâni'-i Zülcelâline hayretkârane perestiş eder.

Hayme-nişin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra; dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türâbiye, yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pek çok muhtelif mahlukatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük âzametli mahlukları, böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-ı



sh: » (S: 411)

muhit-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve müvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini, muntâzam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup, aktar-ı âlemde gezdiren Kadîr-i ZülKemâl'e karşı سُبْحَانَكَ مَآ اَعْظَمَ شَانَكَ der.

Medeniyet ve hey'et-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hâne ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye ve hayat-ı hayvaniye direği, şerait-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı, dağlardır. Zira dağlar, suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersib edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sâir levazımat-ı hayat-ı insâniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları, şu Sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedâr tâyin eden Sâni'-i Zülcelâl Vel'ikram'a, Kemâl-i tazim ile hamd ü sena eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında Bâzı inkılâbat ve imtizacâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizazatı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticacıyla medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebeb, dağların hurûcu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen îmânâ gelir. اَلْحِكْمَةُ لِلَّهِ der.

Meselâ اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tedkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken.. semâyı yağmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh Sûretinde bütün zîhayatları o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâl'in işidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanında bir süngerdir anlar, âzamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifhâm eder ki:

sh: » (S: 412)

Bidayet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken; Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bastedip güzel bir şekil, menfaatdar birer Sûret, zînetli ve kesretli mahlukata menşe' etmiştir anlar. Vüs'at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifhâm eder ki: Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sâir seyyareler, bidayette Güneş'le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş'i orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, Güneş'ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, «Âmentü billâhi-l Vâhid-ül Ehad» der.

Meselâ: وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki «Lâm»; hem kendi mânâsını, hem «fî» mânâsını, hem «ilâ» mânâsını ifade eder. İşte لِمُسْتَقَرٍّ in «Lâmı», avâm o «Lâmı» «ilâ» mânâsında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lâmba olan Güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir Sûret alacaktır, anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâl'in Güneş'e bağladığı büyük nimetleri düşünerek «Sübhânallah, Elhamdülillâh» der. Ve âlime dahi o «Lâmı» «ilâ» mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba geğil belki bahar ve yaz tezgahında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektûbât-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası Sûretinde tasavvur ederek Güneş'in cereyan-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmat-ı âlemi düşündürerek Sâni'-i Hakîm'in san'atına «Mâşâallah» ve hikmetine «Bârekâllah» diyerek secdeye kapanır. Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa «lâmı» «fî» mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-ı kübrâyı halkedip tanzim eden Sâni'-i Zülcelâline karşı Kemâl-i hayret ve istihsan ile «El-âzametü lillâh ve-l kudretü lillâh» der felsefeyi atar, hikmet-i Kur'aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu «lâmı», hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki:

sh: » (S: 413)

«Sâni'-i Hakîm, işlerine esbab-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri Güneş'le bağlamış ve o câzibe ile muhtelif fakat muntâzam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o câzibeyi tevlid için Güneş'in kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebeb etmiş. Demek لِمُسْتَقَرٍّ mânâsı: فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yâni, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. İşte şu hakîm, böyle bir hikmeti, Kur'anın bir harfinden fehmettiği zaman, "Elhamdülillah Kur'andadır hak hikmet, felsefeyi beş paraya saymam" der. Ve şâirane bir fikir ve kalb sahibine şu "lâm"dan ve istikrardan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: "Güneş, nurani bir ağaçtır. Seyyareler onun müteharrik meyveleri... Ağaçların hilafına olarak Güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar." Hem tahayyül edebilir ki: "Şems meczub bir ser-zâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir." Bir risalede şu mânâya dair şöyle demiştim: "Eve0.t Güneş bir meyvedârdır; silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntâzam meczubları.»

Hem meselâ اُولَئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tâyin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kısım muhatâbın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cennet'i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rü'yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarını tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: «Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun.

sh: » (S: 414)

Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık!.. Sen rü'yete mazhar olursun.» ve hakeza... İşte Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalnız nümune olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.

Meselâ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünki «Allah» bir ism-i câmi' olduğundan esmâ-i hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur. اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمنَ اِلاَّ هُوَ ve hakeza. Hem meselâ: Kasas-ı Kur'aniyeden kıssa-i Mûsa Aleyhisselâm, âdeta Asâ-yı Mûsa Aleyhisselâm gibi binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı teskin ve teselli, hem küffarı tehdid, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makasıdı, pekçok vücuhu vardır. Onun için Sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber yalnız birisi maksud-u bizzât olur, diğerleri ona tabi kalırlar.

Eğer desen: «Geçmiş misâllerdeki bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur'an onları irade etmiş ve işaret ediyor?»

Elcevab: Mâdem Kur'an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddid mânâları dercedip irade edecektir ve iradesine emâreleri vaz'edecektir. Evet «İşârât-ül İ'câz»da şuradaki mânâlar misillü kelimât-ı Kur'aniyenin müteaddid mânâlarını İlm-i Sarf ve Nahv'in kaideleriyle ve İlm-i Beyân ve Fenn-i Maânî'nin düsturlarıyla, Fenn-i Belâgat'ın kanunlarıyla isbat edilmiştir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak şartıyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve İlm-i Beyânca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fıkhın icmâıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur'anın mânâlarındandırlar. O ma

sh: » (S: 415)

nalara, derecelerine göre birer emâre vaz'etmiştir. Ya lafziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emâre o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüzbinler tefsirler, Kur'anın câmiiyet ve hârikıyet-i lafziyesine kat'î bir bürhân-ı bâhirdir. Her ne ise... Biz şu sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen «İşârât-ül İ'câz»a havale ederiz.

İkinci Lem'a: Mânâsındaki câmiiyet-i hârikadır. Evet, Kur'an bütün müçtehidlerin me'hazlerini, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; mânâsının hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği bütün onlarca Mûsaddaktır ve müttefek-un aleyhtir.

Üçüncü Lem'a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet Kur'an, şeriatın müteaddid ve çok ilimlerini, hakikatın mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarîkatın muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinatın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gamızasını, o denizinden muntâzaman ve kesretle akıtıyor. Şu lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmibeş aded Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmibeş aded Sözler'in doğru hakikatleri, Kur'anın bahr-i ilminden ancak yirmibeş katredir. O Sözler'de kusur varsa, benim fehm-i kasırıma aittir.

Dördüncü Lem'a: Mebahisindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinat'ın, arz ve semâvatın, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cem'etmekle beraber nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut tâ

وَاْلمُرْسَلاَتِ ، وَالذَّارِيَاتِ kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar; وَمَا تَشَآؤُنَ اِلآَّ اَنْ يَشَآءَ اللَّهُ

sh: » (S: 416)

يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ işaratıyla, insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yâni, bütün semâvatı bir kabzasında tutmasına kadar; وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, tâ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ile ifade ettiği hakikat-ı acibeye kadar; ve semânın ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar ve dünyanın imtihan için açılmasından-, tâ kapanmasına kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennet'e, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanının vukuatından, Hazret-i Âdem'in hilkat-ı cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyanın mühim hâdisatına kadar ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ işaret ettiği hâdise-i ezeliyeden tut, tâ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ ifade ettiği vakıa-i ebediyeye kadar bütün mebahis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda Beyân eder ki, o Beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hâzır iki sahife hükmünde temaşa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir Sûrette bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâl'e yakışır bir tarz-ı Beyândır. Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder. Proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur'an dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini -tâbir caiz ise- proğramını yazan, gösteren bir zâtın Beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu'

sh: » (S: 417)

ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklid veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud'anın emâresi olmadığı gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla safî, berrak, parlak Beyânı, nasıl gündüzün ziyası «Güneş'ten geldim» der. Kur'an dahi, «Ben, Hâlık-ı Âlem'in Beyânıyım ve kelâmıyım» der. Evet şu dünyayı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverane ve nimetperverane şu derece san'atının acibeleriyle, şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıra-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san'at-ı İlahiyeye çeviren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, Güneş'ten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran Beyân-ı Kur'an, Şems-i Ezelî'den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsın? Evet, bu dünyayı san'atlarıyla zînetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Mâdem ki, yapar ve bilir; elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur'andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?

Beşinci Lem'a: Kur'anın üslûb ve îcazındaki câmiiyet-i hârikadır. Bunda «Beş Işık» var.

Birinci Işık: Üslûb-u Kur'anın o kadar acib bir cem'iyeti var ki, birtek Sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'anîyi içine alır. Birtek âyet, o Sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük Sûre, Sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'andır. İşte şu, i’câzkârane îcazdan büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünki herkes, her vakit Kur'ana muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen her vakit bütün Kur'anı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur'andan mahrum kalmamak için, herbir Sûre, birer küçük Kur'an hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa Sûre makamına geçer. Hattâ Kur'an Fatiha'da, Fatiha dahi Besmele'de münderic oldu

sh: » (S: 418)

ğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikata bürhân ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.

İkinci Işık: Âyât-ı Kur'aniye, emir ve nehy, va'd ve vaîd, tergib ve terhib, zecr ve irşad, kısas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla câmi' olmakla beraber, خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yâni, «İstediğin herşey için Kur'andan her ne istersen al» ifade ettiği mânâ, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur'aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünki daima terakkiyatta kat'-ı merâtib eden bütün tabakat-ı ehl-i Kemâlin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.

Üçüncü Işık: Kur'anın i'câzkârane îcazıdır. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir.

Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, îmâen bir dâvanın çok bürhânlarını derceder. Meselâ: وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَآتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ de âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-ı kâinatın mebde' ve mühtehasını zikr ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet bir Sâni'-i Hakîm'e şehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra Güneş ve Ay'ın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deveranı içindeki silsile-i şuunattır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan sîmaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar... Mâdem ki en ziyade intizâmdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan ferdlerin sîmalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizâm-ı hakîmane bulunsa, üzerinde gâyet san'atkâr bir hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizâmları zâhir olan sâir sahifeler kendi kendine anlaşılır, nakkaşını gösterir. Hem mâdem koca semâvat ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor.

sh: » (S: 419)

Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczalarında eser-i san'atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zâhirîyi ihfa ederek gâyet güzel bir îcaz yapmış.

Elhak: فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, tâ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ e kadar altı defa وَمِنْ آيَاتِهِ وَمِنْ آيَاتِهِ ile başlayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdır, bir silsile-i îcaz-ı i'câzîdir. Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip, o kapıyı şimdi açmıyorum.

Hem meselâ: فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ فَاَرْسِلُونِ kelâmıyla يُوسُفُ kelimesi ortalarında şunlar var:

اِلَى يُوسُفَ ِلاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَىالسِّجْنِ وَ قَالَ يُوسُفُ

Demek beş cümleyi bir cümlede icmâl edip îcaz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkal etmemiş.

Hem meselâ: اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا İnsan-ı âsi, «Çürümüş kemikleri kim diriltecek» diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur'an der: «Kim bidayeten yaratmış ise, o diriltecek. O yaratan zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir.» İşte şu kelâm, diriltmek dâvasına müteaddid cihetlerle bakar, isbat eder. Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsanatı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yâni, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hububatı ve nebâtatı verdiği gibi, zemini size

sh: » (S: 420)

hoş -herbir erzakınız içinde konulmuş- bir beşik ve âlemi, güzel ve bütün levazımatınız içinde bulunur bir saray yapan bir zâttan kaçıp başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız. Sonra o dâvanın bir deliline işaret eder: الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ kelimesiyle remzen der: «Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak! Kışta ölmüş, kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir zâta karşı inkâr ile, istib'ad ile kudretine meydan okunmaz.» Sonra bir delile daha işaret eder, der: «Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, hafif, nurani bir maddeyi çıkaran bir zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'ad ediyorsunuz?» Sonra bir delile daha tasrih eder der ki: «Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem'edip, onu buna menşe etmekle herbir şey hattâ anasır-ı asliye ve tabayi-i esâsiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması istib'ad edilmez. İsyan ile ona meydan okunmaz. Sonra Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle şu dâva-yı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsa Aleyhisselâm'ın dahi dâvasıdır. Enbiyanın ittifakına hafî bir îma edip, şu kelimenin îcazına bir letafet daha katar.

Dördüncü Işık: Îcaz-ı Kur'anî o derece câmi' ve hârıktır, dikkat edilse görünüyor ki: Bâzan bir denizi bir ıbrıkta gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalnız iki misâline işaret ederiz.

Birinci Misâl: Yirminci Söz'ün Birinci Makamında tafsilen Beyân olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem'e tâlim-i Esmâ ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun tâlimini ifade eder ve Âdem'e, Melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâ-



sh: » (S: 421)

disesiyle nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcûdât müsahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlukatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor. Hem kavm-i Mûsa (A.S.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakar-perestliğinden alınan ve «İcl» hâdisesinde tesirini gösteren bir bakar-perestlik mefkuresinin Mûsa Aleyhisselâm'ın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor. Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedârlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.

İkinci Misâl: Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-i Mûsa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: «Bana yüksek bir kule yap, semâvatın halini rasad edip bakacağım. Semânın gidişatından acaba Mûsa'nın (A.S.) dâva ettiği gibi semâda tasarruf eden bir İlah var mıdır?» İşte صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiat-perest olup rubûbiyet dâva eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nam eden, şöhret-perest olup dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır firavunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: «Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim» ünvanıyla umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri

sh: » (S: 422)

üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem'ayı i'câzı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder.

Hem meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَ كُمْ Benî-İsrail,in, oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak; bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddid katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rolü ifade eder.

وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ اْلمُفْسِدِينَ وَقَضَيْنَا اِلَى بَنِى اِسْرَائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insâniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tâzammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem'-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. Meselâ: فَتَمَنَّوُا اْلمَوْتَ "Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.» İşte meclis-i Nebevîde küçük bir Cemâatin cüz'î bir hâdise ünvanıyla, milel-i insâniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehud'un tâ kıyamete kadar lisan-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını

bırakmayacağını ifade eder. Meselâ:



sh: » (S: 423)

ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَاْلمَسْكَنَةُ Şu ünvanla o milletin mukadderat-ı istikbaliyesini umumî bir Sûrette ifade eder. İşte şu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderic olan şöyle müdhiş desatir içindir ki, Kur'an onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i tedib vuruyor. İşte şu misâllerden kıssa-i Mûsa Aleyhisselâm ve Benî-İsrail'in sâir cüz'lerini ve sâir kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi şu Dördüncü Işıktaki i’câzî lem'a-i îcaz gibi Kur'anın basit kelimâtlarının ve cüz'î mebhaslerinin arkalarında pekçok lemaât-ı i’câziye vardır. Arife işaret yeter.

Beşinci Işık: Kur'anın makasıd ve mesâil, maânî ve esalib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasıdır. Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın Sûrelerine ve âyetlerine ve hususan Sûrelerin fatihalarına, âyetlerin mebde' ve makta'larına dikkat edilse görünüyor ki: Belâgatların bütün enva'ını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksamını, ulvî üslûbların bütün esnafını, mehâsin-i ahlâkıyenin bütün efradını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurani kanunlarını cem'etmekle beraber hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizâm-ı i’câzînin işi olabilir. Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizâm ile beraber geçmiş. Yirmidört aded Sözlerde izah ve isbat edildiği gibi; cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyat perdelerini keskin Beyânâtıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan hârikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalaletin menbaı olan tabiat tâgûtunu, bürhânın elmas kılıncıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra'd-misâl sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insâniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i âlemin muamma-yı acibesini feth ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-aşina ve hidâyet-bahş ve hak-nümâ olan Kur'an gibi bir mu'cizekârın hârikulâde işleridir. Evet, Kur'anın âyetlerine insaf ile dikkat edil



sh: » (S: 424)

se görünüyor ki: Sâir kitablar gibi bir-iki maksadı tâkib eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def'î ve ânî bir tavrı var ve ilka olunuyor bir gidişatı var ve beraber gelen herbir taifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gâyet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir Sûrette geldiğinin nişanı var. Evet kâinatın Hâlıkından başka kim var ki, bu derece Kâinat ve Hâlık-ı Kâinat'la ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâl'i kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun. Evet, Kur'anda kâinat Sânii'nin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor. Taklidi îma edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhal olarak Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklidkârane o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünki en pest bir halinde en yüksek tavrı takınanların her hâleti taklidciliğini gösterir. İşte şu hakikatı kasem ile ilân eden وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَايَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya bak, dikkat et...

Hiç yorum yok: